TEBDER KURULUMUDUR
MANA YAZILARI
ALEVİLİK İNANCININ ÖZLERİ

Söylence Yaşamı

Fotoğraf: ABDAL MUSA’NIN SÖYLENCESEL YAŞAMI
Ben hocamdan böyle aldım dersimi
Okur idim eliften baya deyu
Kimse bilmez şu dünyada sırrımı
Ta ezelden çağırıram hû deyu
Kimin azatlayıp kimin fakıdır
Kimin döğüp söğüp kimin okutur
Dediler bu meydan kimin hakkıdır
Kim dedi ki şu murdarı yu deyu
Evvel ekşi nar iken üzüm çoğiken
Davud sofradayken bıçak yoğiken
İsmail’e inen kurban sağıken
Kime dedi şu lokmayı soy deyu
Fatma Ana Can Ali’nin gülünü
Miraç’tan inerken öpmüş elini
Hak Yezid’e okutmadı gülünü
Muhammed’in yadigârı bu deyu
Abdal Musa’m anda bir tolu içtim
İçtim o toluyu kendimden geçtim
Aşkın ateşine yandım tutuştum
Çağırır her dem bengisu deyu
Söylenceler akıl-mantık alanı dışında, sonradan kurgulanan ürünler olmalarına karşın “yalan” değillerdir. “Velayetname-i Sultan Abdal Musa” da bir söylencedir; demek ki o da “yalan” değildir. Çünkü her söylence, toplumda yalanın “keşfedilmediği” çağlar üzerine kurulur; toplumsal bir özlemin dışa vurumu olarak belirir. Bu bağlamda sosyal ve tarihsel olayların, Alevi-Bektaşi kimliğinin beyin ve ruh aynasında bir yansımasıdır. Alevi-Bektaşi kimliği Anadolu’da ve Anadolu’ya yakın coğrafyalarda süregelen değişiklikleri, ortaya çıkan altüstlükleri, kendi evren görüşü ve kendi somut araçlarıyla anlamlandırmak istemiştir. Alevi-Bektaşi kimliğine bu isteği dayatan sosyal olaylar ve ortam gözden kaçırılırsa “Velayetname-i Sultan Abdal Musa” söylencesi anlaşılmaz bir yumağa dönüşür.
Bu nedenle bir söylencenin nasıl söylendiğine değil, niçin söylendiğine bakılır.
Biraz daha somut düşünelim: “Velayetname-i Sultan Abdal Musa” Küçük Asya’da, İsa şeriatına tavırlı yerli halkın, Muhammet şeriatına tavırlı Ali Yandaşları’nın ve Orta Asya’dan kopup gelen, ilkel komünal değerlerle donanımlı, “medeniyet”in sömürücü özüne tavırlı yığınların düşünce beslemesiyle yaratılan ve Abdal Musa kimliğine taşınıp inanç alanına “oturtulan” bir söylencedir. İnsanlık evriminin bir gereği olarak kabul ettikleri ya da kabul etmek zorunda kaldıkları son tektanrıcı din İslami-yet içinde, kendi kimliklerinin dayatması sonucu yaşama geçirilen “başat” inanç kaynaklarından biridir. İbrahim-İsa-Muhammet şeriatına karşı zeminde filizlenip boy veren nesnel-toplumsal-düşünsel ve inançsal yaratılar ortamında bir sentez olarak beliren Aleviliğin-Bektaşiliğin, tepkisini “destanlaştırmak” isteğinden doğmuştur. İnanç olağanüstü kolektif bir kurgudur. Medeni insan kafasının ürünü olan şeriatçı inanca, aynı medeni insanın kafa yordamını kullanarak verdiği bâtıni-heterodoksi nitelikte bir manifestodur.
Bu kısa girişten sonra Velayetname-i Sultan Abdal Musa’nın satırlarından izleyelim Abdal Musa’nın yaşamını:
“Hünkâr Hacı Bektaş Veli vefat edince, Abdal Musa dünyaya geldi. Hasan Gazi’nin oğlu olan Abdal Musa, anasından yetim kaldı. Genceli kentinin halkı itibarsız kişiler olduğundan, Abdal Musa’yı sevmediler. Yüce Tanrı bu kente büyük bir felaket verdi, halkı birer birer dağılıp gitmeye başladı. Anladılar ki Abdal ermişlerdendir.
Abdal Musa, gitmeye niyet eden kent halkının yolları üzerine varıp şöyle dedi: ‘Burada kalalım, git-meyin’. Onalar da: ‘Biz sizin hatırınızı yıktık, huzur bulamayız, başka bir yere gidelim’, dediler. Abdal Musa Sultan dedi ki: ‘… bir kere gelip bize haliniz nedir demediniz, münkir oldunuz. Bu nedenle gökten felaketler erişti…. Yardım isteyip medet Abdal Musa diye çağırmadınız… Öyleyse şimdi her biriniz bir vilayete gidiniz”.
Sonra Abdal Musa Sultan yaylaktan sahil evine indi, orada bir tekke yaptı. O tekkeyi yaptıkları yerden bir kazan altın çıkardılar. Abdal Musa Sultan: ‘Bu malların yetimleri vardır, kan ve irindir. Deniz kıyısında bir kâfir gemisi vardır. Bu malın mirasçıları o gemidedir. Varın söyleyin, haber verin gelsinler, alıp götürsünler’, dedi. Derviş gönderdiler, vardı gemiye haber verdi. Gemi içinde olanlar sordular: ‘Bu nice kişidir?’ Derviş dedi ki: ‘Evliyaullahtan biridir, vilayet ve keramet sahibidir. Bu malın size ait olduğunu, gelip almanız gerektiğini söyledi…’
Kâfirler bu sözü işitince, gönüllerinden şöyle düşündüler: ‘Eğer bu kişi gerçek veli ise biz gittiğimizde içkimiz hazır ve domuz yavrusu pişmiş ola’…. Bu söz Abdal Musa’ya malum oldu; av avlamak için derviş gönderdi, ‘Ak ya da kara domuzdan ne düşerse getirin’, dedi. İki domuz yavrusu bulup getir-diler. Bunları yüzüp ocağa koydular. Yemek pişerken bir kâfirde şarap gördüler,… alıp hazır eylediler. Gemiden gelen kâfirler… sofrayı hazırlanmış görünce, anladılar ki gerçek velidir.
Abdal Musa: ‘Mallarını verin, alıp gitsinler’, dedi. Tekke’nin yanından akan su üzerinden sandal getirdiler, altın dolu kazanı içine yüklediler…. sandal bir türlü yerinden kımıldamadı. Ne kadar çaba gösterdilerse de sandalı yürütemediler. Oysa ki kâfirler, kazanı Abdal Musa’ya verelim diye gönülden sözleşmişlerdi. Bu akıllarına gelip kazanı indirdiler. Ancak o zaman sandal yürüdü.
Daha sonra altın bulunduğunu Teke Beyi’ne duyurdular. Teme Beyi de: ‘… ben burada İslam padi-şahı olduğum halde vermedim, kâfire O nasıl verdi…?’, dedi. Bir kul gönderdi, ‘Varın alın, gelin!’, dedi. Giden kul geri dönmedi… bir kul daha gönderdi, o da geri dönmedi. Günden güne ikişer-üçer kul gönderdi, hiçbiri geri gelmedi. Gidenlerin hepsi Abdal Musa’ya derviş olmuştu…. Etrafta bulunan köylerin halkı Teke Beyi’ne şikayette bulundu. Teke Beyi de köylülere şu emri verdi: ‘Ev başına birer yük odun getirin, ateş yakalım, gerçek er ise gelsin, ateşi çiğneyip geçsin. O’na ben de siz de inanalım..’
Köylüler ev başına birer yük odun getirip harman ettiler. .. Teke Beyi’nin… veziri… dedi ki: ‘Emret sultanım, ben gideyim, o Işığı huzuruna getireyim!’. Vezir Abdal Musa Sultan’a gelip: ‘Çık Işık, padişahın yanına gideceğiz, suçlusun!’, dedi. Abdal Musa Sultan vezire, ‘Adın nedir?’, diye sordu. Vezir ise “Senin gerçek er olduğunu söylüyorlar, adımı dahi bilmiyorsun’, dedi. Abdal Musa Sultan yine, ‘Adını bize bağışla’, dedi. Vezir, ‘Benim adım Göle Yusuf’tur’, deyince Abdal Musa Sultan, ‘Senin adın Göle Yusuf ise benim adım da Köselen Musa’dır. Senin gibi nice gödelerin kılağısını sildim’, dedi. Göde Yusuf da: ‘Aşağı ineyim, göreyim şu kişi nasıl kişidir…’, deyip atından aşağı inerken, ayağı üzengiye takıldı, at tekmeleyip O’nu helak eyledi.
Abdal Musa Sultan ‘Hû’ deyip çıkageldi. Tüm dervişleriyle toplanıp buyurdu: ‘Sizinle öyle oyun oyna-yalım ki ateşin yerinde çayır bitsin. Beni seven yürüsün!’ Böyle der demez, bütün dağlar ve taşlar ardından koştu… Genceli kentini bastı, altına aldı…
Dervişler, ‘Dağlar birlikte yürüdü Sultanım!’, dediler. Abdal Musa Sultan, ‘Dur dağım, dur. Senin yanında olsun bizim mezarımız’, deyince, dağ durdu, bu kez taşlar durmadı. ‘Yine geliyorlar’, dediler. Abdal Musa Sultan da, ‘Durmaz mısınız?’, diye kara çomak ile bir kez vurdu, taşlar da sakin oldu. Ve kendisi dervişleriyle Teke Beyi’ne vardılar. Yüksek bir yerden bakmakta olan Teke Beyi’ne yürüdüler. ‘Olur ki yakalarım’, dedi; durmadı kaçtı. Sultan bütün dervişleriyle ateşe girdi, semah tuttu, ateş söndü mahvoldu. Yerinde çayır çimen bitti.
Teke Beyi durmadı. Ormandan ormana kaçtı. Sonra çıktı, ‘Varayım, erin elini öpeyim. Erin işi keremdir…’, dedi. Kalktı, Sultan’a doğru vardı. Abdal Musa Sultan’a O’nun geleceği malum oldu, kullarına: ‘Tekte Beyi’ni içinize almayın, O size bey olamaz’, dedi. Kulları baktılar ki beyleri geliyor; hepsi birlikte bağırdılar, ‘Sen bizim beyimiz olamazsın, biz beyimizi bulduk!’, dediler. Teke Beyi geldi, yüzünü yerlere sürdü ve: ‘Biz kendi bilmezliğimiz ile ettik Sultanım!’, dedi. Abdal Musa Sultan… bu-yurdu ki, ‘Biz senin okunu attık, yayını düzledik, atılan ok geri gelmez, kendi başının çaresine bak!’. Teke Beyi, ‘Ey Sultanım bağışla, kıyma bana, benden ne dilersen dile’, dedi. Sultan dedi ki: ‘Ne dileyeyim, dünyada dünyan yok, ahirette ahiretin yok’. Teke Beyi, ‘Artık bundan sonra bize yürümek yok’, diyerek, padişahlık görevini oğlu Halil’e verdi. Abdal Musa Sultan, ‘Bizim sağlığımızda O’nun üzerine kimse varmasın’, buyurdu.
Teke Beyi… sabah erkenden kalkıp gitti. Abdal Musa Sultan… kalktı gördü ki bir Kara Canavar yeri kazarak, haykırır durur. Kara Abdal’a buyurdu: ‘Baltanı al, getir’. .. Kara Canavarı gösterip, ‘Çabuk davran, bu Teke Beyi’nin ruhudur. Evliyaya yetiştirmeyelim…’, dedi. Kara Abdal da ardından koşarak o canavara yetişip tepeledi. Oysa tam o sırada Tekte Beyi… Antalya’ya giderken atı sürçtü, attan yıkıldı, başı taşa dokundu, helak oldu. Ölüsünü Antalya’ya götürdüler.
Oğlu babasının durumunu görünce, ‘Buna n’oldu’, diye sordu. Yanında olanlar, geçenleri bir bir an-lattılar…. Halil Bey ise ‘Bu, kendisi er okuna uğramış, Abdal Musa benim babam olsun…’, diyerek… olanca askerini alıp yola çıktı. Abdal Musa Sultan’a geldi, elini öptü ve: ‘Ne etti ise babam etti, benim suçum yoktur Sultanım!’, dedi. Abdal Musa Sultan, ‘Var otur işine, görevine devam et, bizim sağlığımızda korkma oğul!’, dedi. …
Abdal Musa Sultan denizden çomağını aldı, yine kolayca ve kısa zamanda eve geldiler, indiler. Tekke’de otururken bir gün yanına birkaç derviş aldı, gitti; bir taştan iki testi çıkardı, meydana getirdi. Birisini oğluna, birisini Kızıl Deli Sultan’a verdi ve kırk nefer derviş verip: ‘Hacı Bektaş Veli Hünkâr’ın üzerine türbesini ve tekkesini, fırın ve mutfağını yapın ve dairesini uzaktan avluya alın, içine bağ-bahçe yapıp ağaç dikin, her ağaç meyve verdiğinde her birinden alın, getirin, meydana dökün, meydan dopdolu olsa gerektir. Oradaki dervişler, size yanıltıcı söz söyleseler de aldırış etmeyin ve deyin ki: Hünkâr ölüp geldiğimizde, üç emanet bırakmıştık. Size versinler, alın gelin’, dedi. Gittiler amma yerini bulamadılar. Sultan’a sorup öğrenmek için dervişler gönderdiler, geldiler: ‘Sultanım, sizin buyurduğunuz emanetlerin yerini bulamadılar, yine size yolladılar. Nerede ise söy-leyin’, dediler. Abdal Musa Sultan: ‘Biri ambarındadır: Bu, Sarı Alem’dir. Birisi, Mermer Çerağ’dır ki Pir Hacı Bektaş Hünkâr’ın önünde yanmıştır. Birisi de Yeşil Ferman’dır ve bu Sarı İsmail’dedir, derviş gelinceye kadar onda duracaktır’, dedi. Sarı İsmail, dünyadan göçtü, defneylediler. Derviş… mezarının başına gidip: ‘Ya Sultan Sarı İsmail, benim Hünkâr’a hizmetim olmadı. Yeşil Ferman’ı senden istediler, ne buyurursun?’, deyince Sarı İsmail kabrinin içinden,… bir eliyle Yeşil Ferman’ı dervişe sundu. Derviş aldı… geldi. Hacı Bektaş’ın evinde bulunan Kızıl Deli Sultan’a Yeşil Ferman’ı verdi. Sonra orada olan Mermer Çerağı ve Sarı Alem’i de verdiler. Kızıl Deli Sultan da emanetleri alıp Abdal Musa Sultan’a teslim eyledi.
… Abdal Musa Sultan kalkıp deniz kenarına indi. Ve dedi ki: ‘Buraya asker geliyor, karınları aç-tır…’. Bir saat sonra, denizde bir gemi göründü. Geldiler, yalıya çıktılar…. Gemiden çıkanlar ab-dalların yanına gelip, ‘Ey abdallar, ne ararsınız burada’, diye sordular. Abdallar ise ‘Burada gerçek bir eren vardır, sizi bekler ve sizin için yemek hazırladı’, dediler. … kalkıp, erin yanına geldiler, ocak-ta kaynayan küçük kazanı gördüler… ‘Ey Sultanım, bu yemek sizin askere mi yeter, bizim askere mi yeter?’, dediler. Abdal Musa Sultan kalktı, kazanın yanına gitti, kepçeyi eline alıp, ‘Haydin şimdi, abdallar yemeği siz pay edin!’, dedi. Bunlar tam kırk bin er idi. Yemeği pay ettiler, isteyen oldukça yi-ne verdiler. Yemek cümlesine yetişti, öyle ki karınları doyduktan sonra, önlerinde yığıldı kaldı, ‘Yeter, daha yemeyiz’, dediler. Abdal Musa Sultan kepçeyi kazanın üzerine koyup geri çekildi. Abdallar baktılar ki kazan yine önceki gibi dolu durur, hiç eksilmemiş. Abdalın birisi, ‘Niçin geri çekildiniz, hey gaziler, gelin görün, kazan dopdolu durur’, dedi. Gaziler gelip gördüler, anladılar ki bu er gerçek velidir.
Gazi Umur Bey geldi ve ‘Şimden geri biz sana çağırırız sana bağlıyız, Efendi himmet eyle!’, dedi. Abdal Musa Sultan, ‘Bir börk getirin, Umur Bey’e giydirelim’, dedi. Bir kızıl börk getirdiler, Umur Bey’in başına giydirdiler, ‘Gaziler! Şimdiden sonra buna Gazi Umur Bey deyiniz….’, dedi. Gazi Umur Bey, ‘Bize bir yadigâr verin Sultanım’, dedi. Sultan, ‘İşte o Kızıl Deli’yi size verdik, alın gidin’, dedi. Gaziler kalktılar ve ‘Gider misin Baba?’, dediler. Kızıl Deli Sultan işaret ederek, ‘Giderim’, dedi. Abdal Musa Sultan çağırıp O’na, bir ağaç kılıç sundu. Kızıl Deli Sultan aldı, öptü ve başına koydu.
Ondan sonra yola çıktılar. Abdal Musa Sultan: ‘Haydin şimdi, başka hiçbir yere gitmeyin, doğru Bo-ğazhisarı’na varın, üzerine düşün, sürekli çaba gösterin, alırsınız. Boğazhisarı’nı aldıktan sonra, Anadolu’yu size verdim, önünüze kimse durmasın!’, dedi.
Baba Gaybi odun kesmeye gitmişti, döndüğünde dediler ki: ‘Ey Baba Gayb, Efendimiz bal, yağ akıttı şu pınarlardan, sen görmedin’. Baba Gayb’e yemek verdiler, yedi yine oduna gitti. Giderken, bu olayı görmediğine üzüldü: ‘Efemdim, beni sevmezsin, ben senin didarına doymadım, senden hiçbir nesnecik görmedim. Bana yakınında hizmet ettirmezsin, uzaklara yollarsın, didarından ayrı düşerim’, dedi.
Gaybi odundan döndü. Abdal Musa Sultan, ‘Gidin Gaybi’ye söyleyin, bizden iyisine hizmet eylesin’, dedi. Derviş gidip Gaybi’ye söyledi. Gaybi üzüldü, dedi ki: ‘Ben bir padişah oğlu idim, geldim, şu dedeye kulluk eyledim. İşte bildim er hak evliyadır. Ben bundan yüz döndürsem, çoktan yüz çevirirdim. Elimden ne gelir? Bırakıp gitmek de olmaz! Nazarında yanalım bari’. Akşam olunca, kendini bacadan aşağı ocağın içine attı, ocağa düşerken, Abdal Musa Sultan: ‘Tutun Gaybi’yi!’, dedi. Abdallar tutup, yine kapıdan dışarı çıkarıp bıraktılar. Baba Gaybi, ‘Elimizden ne gelir, eşiğe yaslanalım’, dedi. Abdalların hepsi yatıp uyuyunca, Baba Gaybi eşiğe yaslanıp, yattı. Abdal Musa Sultan kalktı, dışarı çıktı, ayağını Gaybi’nin üzerine bastı. Gaybi aldırış etmedi. Abdal Musa Sultan, ‘Kimdir burada yatan?’, dedi. Gaybi: ‘Lebbeyk Sultanım kulun Gayb’dır’, dedi. Abdal Musa Sultan, ‘Aldın nasibini Kaygusuz’um aldın, aldın!’, dedi, eline yapışıp, içeri getirdi. Namaz vaktinde Abdal Musa Sultan dışarıya çıktı. Üç kez ünü vardığınca bağırdı: ‘Gelsin nasip isteyen’, dedi. Hemen Abdal Kefi koştu, ‘Aman Sultanım, himmet eyle!’. dedi. … Kara Âşık Baba geldi: ‘Yürü, sana Eğirdiri verdim’, dedi. Tahtalı Baba geldi: ‘Yürü, sana Tahtalı Dağı’nı verdim’, dedi.
Her kim geldi ise nasip verdi. Sözün kısası, o gün kırk abdala nasip verdi. Ondan sonra, Abdal Musa Sultan geldi, oturdu, eliyle ocağı karıştırdı. Abdal Kefi, ‘Sultanım, elin yanmaz mı?’, diye sordu. Abdal Musa Sultan: ‘Abdallarız, feta’larız, üryanlarız, büryanlarız!’, dedi. Abdal Kefi, ‘Acaba bu Sultan hangi soya bağlıdır?’, dedi. Abdallar, ‘Biz, bu Sultanın ötesini sormayız. Yalnız didarnın âşığıyız’, dediler….. Abdal Musa Sultan söyledi:
‘Kim ne bilür bizi biz ne sırdanız
Ne bir zerre oddan ne hod sudanuz
Bizim hususumuz marifet söyler
Biz Horasan mülkindeki boydanuz
Yedi derya bizim keşkülümüzde
Hacı’m umman oldı biz o göldeniz
Hızır İlyas bizüm yoldaşımızdur
Ne zerrece günden ne hod aydanuz
Yedi Tamu bize nevbahar oldı
Sekiz uçmak içindeki köydeniz
Musa Tur’da durup münacaat eyler
Bizim zahmımıza merhem bulunmaz
Biz kudret okuna gizli yaydanuz
Neslimizi sorarsan asıl Hoy’danuz
Ali oldum adım oldı bahane
Güvercin donunda geldim bu hane
Abdal Musa oldum geldim Cihane
Arifler anlar bizi nice sırdanız.’”
Görüldüğü gibi Abdal Musa’nın söylencesel yaşamı, bir “gönül” yaşamıdır: Halk bilgeliğinin diliyle “keramet” olgularına dayanarak Abdal Musa’ya bağlanan ve geleceğe taşınmak istenen “gönül yaşamı”, bir “vilâyetnama”ye yüklenir. Bu bağlamda “keramet” deyince peygamberlik savıyla bir ilgisi olmaksızın velilerde ve ermişlerde görüldüğüne inanılan olağanüstü durum ve bu durumda olan velilerin, ermişlerin gerçekleştirdiklerine inanılan olağanüstü eylem anlatılmak istenir. Keramet olgusuna ortodoks inançla yaklaşıldığında toplumsal yaşamda ya da nesnel ortamda gerçekleştiği kabul edilen bir “mucize”yle karşı karşıya kalırız: Böylesi bir olgu aklı dışlayacağından, akla aşkın bir alana atlarız. Anadolu Aleviliğinde ise Keramet’e yaklaşım, bunun tam tersi durumundadır: Gerçek yaşamın kendisinde ya da nesnel süreçte mucize yoktur; yani keramet burada yaşama geçmez. Alevilikte kerametin yeri söylence zeminidir. Daha doğrusu bâtıni anlamda keramet, akıl yürütme yoluyla akıl dışına taşınılarak, yani akıl/ mantık engellerinin bulunmadığı bir ortama gidilerek, özlemlerin ve dileklerin, misyon yüklenmiş kimlikler ve doğa parçaları aracılığıyla dışa vurumudur. Misyon yüklenmiş kimlik, temsil ettiği insanların temsil gücüyle (temsil ettiği güç kendi birey gücünün çok üzerinde olduğundan bu ancak kerametle dışa vurabilir ve bu dışa vuruma masalsı dil uygundur) söylence zeminine aktarılır. Bir doğa parçası söz konusuysa doğanın aklını temsil etmek durumundadır: Temsil gücü, kendi iç çevriminin çok üzerinde olacağından söylence zemininde bu dışa vurum da “doğa parçasının keramet göstermesi” biçiminde anlatılır. Demek ki sorun keramet olgusunun zeminini saptama sorunudur.
Söylencesel yaşamı yorumlandığında Abdal Musa, Sünnilikle “özdeşleşen” ve Sünnilik dışı inanca “yaşam hakkı tanımayan” Osmanlı Devleti’nin egemenlik alanını terkeder. Fuat Köprülü’nün anlatı-mına göre önce Aydın vilayetinin kuzeyine, daha sonra da Teke yöresine gelip yerleşir. Çünkü Aydın ve Teke yöresi Kızılbaş merkezleridir. Yine söylence bize Abdal Musa’nın bu yöreye yerleşmesinin oldukça sancılı olduğunu belirtiyor: Olasılıkla daha önce buralarda yaşayan Abdal Musa’nın belki “Bey” olur kaygısıyla yöreye girmesi sakıncalı görüldüğünü anımsatıyor. Abdal Musa’nın Teke Beyi ile savaşarak Genceli’yi alması, onu beylikten indirip yerine oğlunu geçirmesi, bölgedeki üstünlük savaşının bir anlatım biçimidir. Yine Bektaşi değerlerle Melameti-Kalenderi değerlerin “bireşimini” sağlayan ve Alevilik-Bektaşiliğin “sözcüsü” durumuna yükselen Abdal Musa’nın konumuna uygun toplumsal işlevini; Aydınoğlu Gazi Umur’a “börk” giydirmesi ve Kızıl Deli’yi yanına vermesi söy-lencesinden anlıyoruz.

ABDAL MUSA’NIN SÖYLENCESEL YAŞAMI


Ben hocamdan böyle aldım dersimi

Okur idim eliften baya deyu

Kimse bilmez şu dünyada sırrımı

Ta ezelden çağırıram hû deyu

Kimin azatlayıp kimin fakıdır

Kimin döğüp söğüp kimin okutur

Dediler bu meydan kimin hakkıdır

Kim dedi ki şu murdarı yu deyu

Evvel ekşi nar iken üzüm çoğiken

Davud sofradayken bıçak yoğiken

İsmail’e inen kurban sağıken

Kime dedi şu lokmayı soy deyu

Fatma Ana Can Ali’nin gülünü

Miraç’tan inerken öpmüş elini

Hak Yezid’e okutmadı gülünü

Muhammed’in yadigârı bu deyu

Abdal Musa’m anda bir tolu içtim

İçtim o toluyu kendimden geçtim

Aşkın ateşine yandım tutuştum

Çağırır her dem bengisu deyu

Söylenceler akıl-mantık alanı dışında, sonradan kurgulanan ürünler olmalarına karşın “yalan” değillerdir. “Velayetname-i Sultan Abdal Musa” da bir söylencedir; demek ki o da “yalan” değildir. Çünkü her söylence, toplumda yalanın “keşfedilmediği” çağlar üzerine kurulur; toplumsal bir özlemin dışa vurumu olarak belirir. Bu bağlamda sosyal ve tarihsel olayların, Alevi-Bektaşi kimliğinin beyin ve ruh aynasında bir yansımasıdır. Alevi-Bektaşi kimliği Anadolu’da ve Anadolu’ya yakın coğrafyalarda süregelen değişiklikleri, ortaya çıkan altüstlükleri, kendi evren görüşü ve kendi somut araçlarıyla anlamlandırmak istemiştir. Alevi-Bektaşi kimliğine bu isteği dayatan sosyal olaylar ve ortam gözden kaçırılırsa “Velayetname-i Sultan Abdal Musa” söylencesi anlaşılmaz bir yumağa dönüşür.

Bu nedenle bir söylencenin nasıl söylendiğine değil, niçin söylendiğine bakılır.

Biraz daha somut düşünelim: “Velayetname-i Sultan Abdal Musa” Küçük Asya’da, İsa şeriatına tavırlı yerli halkın, Muhammet şeriatına tavırlı Ali Yandaşları’nın ve Orta Asya’dan kopup gelen, ilkel komünal değerlerle donanımlı, “medeniyet”in sömürücü özüne tavırlı yığınların düşünce beslemesiyle yaratılan ve Abdal Musa kimliğine taşınıp inanç alanına “oturtulan” bir söylencedir. İnsanlık evriminin bir gereği olarak kabul ettikleri ya da kabul etmek zorunda kaldıkları son tektanrıcı din İslami-yet içinde, kendi kimliklerinin dayatması sonucu yaşama geçirilen “başat” inanç kaynaklarından biridir. İbrahim-İsa-Muhammet şeriatına karşı zeminde filizlenip boy veren nesnel-toplumsal-düşünsel ve inançsal yaratılar ortamında bir sentez olarak beliren Aleviliğin-Bektaşiliğin, tepkisini “destanlaştırmak” isteğinden doğmuştur. İnanç olağanüstü kolektif bir kurgudur. Medeni insan kafasının ürünü olan şeriatçı inanca, aynı medeni insanın kafa yordamını kullanarak verdiği bâtıni-heterodoksi nitelikte bir manifestodur.

Bu kısa girişten sonra Velayetname-i Sultan Abdal Musa’nın satırlarından izleyelim Abdal Musa’nın yaşamını:

“Hünkâr Hacı Bektaş Veli vefat edince, Abdal Musa dünyaya geldi. Hasan Gazi’nin oğlu olan Abdal Musa, anasından yetim kaldı. Genceli kentinin halkı itibarsız kişiler olduğundan, Abdal Musa’yı sevmediler. Yüce Tanrı bu kente büyük bir felaket verdi, halkı birer birer dağılıp gitmeye başladı. Anladılar ki Abdal ermişlerdendir.

Abdal Musa, gitmeye niyet eden kent halkının yolları üzerine varıp şöyle dedi: ‘Burada kalalım, git-meyin’. Onalar da: ‘Biz sizin hatırınızı yıktık, huzur bulamayız, başka bir yere gidelim’, dediler. Abdal Musa Sultan dedi ki: ‘… bir kere gelip bize haliniz nedir demediniz, münkir oldunuz. Bu nedenle gökten felaketler erişti…. Yardım isteyip medet Abdal Musa diye çağırmadınız… Öyleyse şimdi her biriniz bir vilayete gidiniz”.

Sonra Abdal Musa Sultan yaylaktan sahil evine indi, orada bir tekke yaptı. O tekkeyi yaptıkları yerden bir kazan altın çıkardılar. Abdal Musa Sultan: ‘Bu malların yetimleri vardır, kan ve irindir. Deniz kıyısında bir kâfir gemisi vardır. Bu malın mirasçıları o gemidedir. Varın söyleyin, haber verin gelsinler, alıp götürsünler’, dedi. Derviş gönderdiler, vardı gemiye haber verdi. Gemi içinde olanlar sordular: ‘Bu nice kişidir?’ Derviş dedi ki: ‘Evliyaullahtan biridir, vilayet ve keramet sahibidir. Bu malın size ait olduğunu, gelip almanız gerektiğini söyledi…’

Kâfirler bu sözü işitince, gönüllerinden şöyle düşündüler: ‘Eğer bu kişi gerçek veli ise biz gittiğimizde içkimiz hazır ve domuz yavrusu pişmiş ola’…. Bu söz Abdal Musa’ya malum oldu; av avlamak için derviş gönderdi, ‘Ak ya da kara domuzdan ne düşerse getirin’, dedi. İki domuz yavrusu bulup getir-diler. Bunları yüzüp ocağa koydular. Yemek pişerken bir kâfirde şarap gördüler,… alıp hazır eylediler. Gemiden gelen kâfirler… sofrayı hazırlanmış görünce, anladılar ki gerçek velidir.

Abdal Musa: ‘Mallarını verin, alıp gitsinler’, dedi. Tekke’nin yanından akan su üzerinden sandal getirdiler, altın dolu kazanı içine yüklediler…. sandal bir türlü yerinden kımıldamadı. Ne kadar çaba gösterdilerse de sandalı yürütemediler. Oysa ki kâfirler, kazanı Abdal Musa’ya verelim diye gönülden sözleşmişlerdi. Bu akıllarına gelip kazanı indirdiler. Ancak o zaman sandal yürüdü.

Daha sonra altın bulunduğunu Teke Beyi’ne duyurdular. Teme Beyi de: ‘… ben burada İslam padi-şahı olduğum halde vermedim, kâfire O nasıl verdi…?’, dedi. Bir kul gönderdi, ‘Varın alın, gelin!’, dedi. Giden kul geri dönmedi… bir kul daha gönderdi, o da geri dönmedi. Günden güne ikişer-üçer kul gönderdi, hiçbiri geri gelmedi. Gidenlerin hepsi Abdal Musa’ya derviş olmuştu…. Etrafta bulunan köylerin halkı Teke Beyi’ne şikayette bulundu. Teke Beyi de köylülere şu emri verdi: ‘Ev başına birer yük odun getirin, ateş yakalım, gerçek er ise gelsin, ateşi çiğneyip geçsin. O’na ben de siz de inanalım..’

Köylüler ev başına birer yük odun getirip harman ettiler. .. Teke Beyi’nin… veziri… dedi ki: ‘Emret sultanım, ben gideyim, o Işığı huzuruna getireyim!’. Vezir Abdal Musa Sultan’a gelip: ‘Çık Işık, padişahın yanına gideceğiz, suçlusun!’, dedi. Abdal Musa Sultan vezire, ‘Adın nedir?’, diye sordu. Vezir ise “Senin gerçek er olduğunu söylüyorlar, adımı dahi bilmiyorsun’, dedi. Abdal Musa Sultan yine, ‘Adını bize bağışla’, dedi. Vezir, ‘Benim adım Göle Yusuf’tur’, deyince Abdal Musa Sultan, ‘Senin adın Göle Yusuf ise benim adım da Köselen Musa’dır. Senin gibi nice gödelerin kılağısını sildim’, dedi. Göde Yusuf da: ‘Aşağı ineyim, göreyim şu kişi nasıl kişidir…’, deyip atından aşağı inerken, ayağı üzengiye takıldı, at tekmeleyip O’nu helak eyledi.

Abdal Musa Sultan ‘Hû’ deyip çıkageldi. Tüm dervişleriyle toplanıp buyurdu: ‘Sizinle öyle oyun oyna-yalım ki ateşin yerinde çayır bitsin. Beni seven yürüsün!’ Böyle der demez, bütün dağlar ve taşlar ardından koştu… Genceli kentini bastı, altına aldı…

Dervişler, ‘Dağlar birlikte yürüdü Sultanım!’, dediler. Abdal Musa Sultan, ‘Dur dağım, dur. Senin yanında olsun bizim mezarımız’, deyince, dağ durdu, bu kez taşlar durmadı. ‘Yine geliyorlar’, dediler. Abdal Musa Sultan da, ‘Durmaz mısınız?’, diye kara çomak ile bir kez vurdu, taşlar da sakin oldu. Ve kendisi dervişleriyle Teke Beyi’ne vardılar. Yüksek bir yerden bakmakta olan Teke Beyi’ne yürüdüler. ‘Olur ki yakalarım’, dedi; durmadı kaçtı. Sultan bütün dervişleriyle ateşe girdi, semah tuttu, ateş söndü mahvoldu. Yerinde çayır çimen bitti.

Teke Beyi durmadı. Ormandan ormana kaçtı. Sonra çıktı, ‘Varayım, erin elini öpeyim. Erin işi keremdir…’, dedi. Kalktı, Sultan’a doğru vardı. Abdal Musa Sultan’a O’nun geleceği malum oldu, kullarına: ‘Tekte Beyi’ni içinize almayın, O size bey olamaz’, dedi. Kulları baktılar ki beyleri geliyor; hepsi birlikte bağırdılar, ‘Sen bizim beyimiz olamazsın, biz beyimizi bulduk!’, dediler. Teke Beyi geldi, yüzünü yerlere sürdü ve: ‘Biz kendi bilmezliğimiz ile ettik Sultanım!’, dedi. Abdal Musa Sultan… bu-yurdu ki, ‘Biz senin okunu attık, yayını düzledik, atılan ok geri gelmez, kendi başının çaresine bak!’. Teke Beyi, ‘Ey Sultanım bağışla, kıyma bana, benden ne dilersen dile’, dedi. Sultan dedi ki: ‘Ne dileyeyim, dünyada dünyan yok, ahirette ahiretin yok’. Teke Beyi, ‘Artık bundan sonra bize yürümek yok’, diyerek, padişahlık görevini oğlu Halil’e verdi. Abdal Musa Sultan, ‘Bizim sağlığımızda O’nun üzerine kimse varmasın’, buyurdu.

Teke Beyi… sabah erkenden kalkıp gitti. Abdal Musa Sultan… kalktı gördü ki bir Kara Canavar yeri kazarak, haykırır durur. Kara Abdal’a buyurdu: ‘Baltanı al, getir’. .. Kara Canavarı gösterip, ‘Çabuk davran, bu Teke Beyi’nin ruhudur. Evliyaya yetiştirmeyelim…’, dedi. Kara Abdal da ardından koşarak o canavara yetişip tepeledi. Oysa tam o sırada Tekte Beyi… Antalya’ya giderken atı sürçtü, attan yıkıldı, başı taşa dokundu, helak oldu. Ölüsünü Antalya’ya götürdüler.

Oğlu babasının durumunu görünce, ‘Buna n’oldu’, diye sordu. Yanında olanlar, geçenleri bir bir an-lattılar…. Halil Bey ise ‘Bu, kendisi er okuna uğramış, Abdal Musa benim babam olsun…’, diyerek… olanca askerini alıp yola çıktı. Abdal Musa Sultan’a geldi, elini öptü ve: ‘Ne etti ise babam etti, benim suçum yoktur Sultanım!’, dedi. Abdal Musa Sultan, ‘Var otur işine, görevine devam et, bizim sağlığımızda korkma oğul!’, dedi. …

Abdal Musa Sultan denizden çomağını aldı, yine kolayca ve kısa zamanda eve geldiler, indiler. Tekke’de otururken bir gün yanına birkaç derviş aldı, gitti; bir taştan iki testi çıkardı, meydana getirdi. Birisini oğluna, birisini Kızıl Deli Sultan’a verdi ve kırk nefer derviş verip: ‘Hacı Bektaş Veli Hünkâr’ın üzerine türbesini ve tekkesini, fırın ve mutfağını yapın ve dairesini uzaktan avluya alın, içine bağ-bahçe yapıp ağaç dikin, her ağaç meyve verdiğinde her birinden alın, getirin, meydana dökün, meydan dopdolu olsa gerektir. Oradaki dervişler, size yanıltıcı söz söyleseler de aldırış etmeyin ve deyin ki: Hünkâr ölüp geldiğimizde, üç emanet bırakmıştık. Size versinler, alın gelin’, dedi. Gittiler amma yerini bulamadılar. Sultan’a sorup öğrenmek için dervişler gönderdiler, geldiler: ‘Sultanım, sizin buyurduğunuz emanetlerin yerini bulamadılar, yine size yolladılar. Nerede ise söy-leyin’, dediler. Abdal Musa Sultan: ‘Biri ambarındadır: Bu, Sarı Alem’dir. Birisi, Mermer Çerağ’dır ki Pir Hacı Bektaş Hünkâr’ın önünde yanmıştır. Birisi de Yeşil Ferman’dır ve bu Sarı İsmail’dedir, derviş gelinceye kadar onda duracaktır’, dedi. Sarı İsmail, dünyadan göçtü, defneylediler. Derviş… mezarının başına gidip: ‘Ya Sultan Sarı İsmail, benim Hünkâr’a hizmetim olmadı. Yeşil Ferman’ı senden istediler, ne buyurursun?’, deyince Sarı İsmail kabrinin içinden,… bir eliyle Yeşil Ferman’ı dervişe sundu. Derviş aldı… geldi. Hacı Bektaş’ın evinde bulunan Kızıl Deli Sultan’a Yeşil Ferman’ı verdi. Sonra orada olan Mermer Çerağı ve Sarı Alem’i de verdiler. Kızıl Deli Sultan da emanetleri alıp Abdal Musa Sultan’a teslim eyledi.

… Abdal Musa Sultan kalkıp deniz kenarına indi. Ve dedi ki: ‘Buraya asker geliyor, karınları aç-tır…’. Bir saat sonra, denizde bir gemi göründü. Geldiler, yalıya çıktılar…. Gemiden çıkanlar ab-dalların yanına gelip, ‘Ey abdallar, ne ararsınız burada’, diye sordular. Abdallar ise ‘Burada gerçek bir eren vardır, sizi bekler ve sizin için yemek hazırladı’, dediler. … kalkıp, erin yanına geldiler, ocak-ta kaynayan küçük kazanı gördüler… ‘Ey Sultanım, bu yemek sizin askere mi yeter, bizim askere mi yeter?’, dediler. Abdal Musa Sultan kalktı, kazanın yanına gitti, kepçeyi eline alıp, ‘Haydin şimdi, abdallar yemeği siz pay edin!’, dedi. Bunlar tam kırk bin er idi. Yemeği pay ettiler, isteyen oldukça yi-ne verdiler. Yemek cümlesine yetişti, öyle ki karınları doyduktan sonra, önlerinde yığıldı kaldı, ‘Yeter, daha yemeyiz’, dediler. Abdal Musa Sultan kepçeyi kazanın üzerine koyup geri çekildi. Abdallar baktılar ki kazan yine önceki gibi dolu durur, hiç eksilmemiş. Abdalın birisi, ‘Niçin geri çekildiniz, hey gaziler, gelin görün, kazan dopdolu durur’, dedi. Gaziler gelip gördüler, anladılar ki bu er gerçek velidir.

Gazi Umur Bey geldi ve ‘Şimden geri biz sana çağırırız sana bağlıyız, Efendi himmet eyle!’, dedi. Abdal Musa Sultan, ‘Bir börk getirin, Umur Bey’e giydirelim’, dedi. Bir kızıl börk getirdiler, Umur Bey’in başına giydirdiler, ‘Gaziler! Şimdiden sonra buna Gazi Umur Bey deyiniz….’, dedi. Gazi Umur Bey, ‘Bize bir yadigâr verin Sultanım’, dedi. Sultan, ‘İşte o Kızıl Deli’yi size verdik, alın gidin’, dedi. Gaziler kalktılar ve ‘Gider misin Baba?’, dediler. Kızıl Deli Sultan işaret ederek, ‘Giderim’, dedi. Abdal Musa Sultan çağırıp O’na, bir ağaç kılıç sundu. Kızıl Deli Sultan aldı, öptü ve başına koydu.

Ondan sonra yola çıktılar. Abdal Musa Sultan: ‘Haydin şimdi, başka hiçbir yere gitmeyin, doğru Bo-ğazhisarı’na varın, üzerine düşün, sürekli çaba gösterin, alırsınız. Boğazhisarı’nı aldıktan sonra, Anadolu’yu size verdim, önünüze kimse durmasın!’, dedi.

Baba Gaybi odun kesmeye gitmişti, döndüğünde dediler ki: ‘Ey Baba Gayb, Efendimiz bal, yağ akıttı şu pınarlardan, sen görmedin’. Baba Gayb’e yemek verdiler, yedi yine oduna gitti. Giderken, bu olayı görmediğine üzüldü: ‘Efemdim, beni sevmezsin, ben senin didarına doymadım, senden hiçbir nesnecik görmedim. Bana yakınında hizmet ettirmezsin, uzaklara yollarsın, didarından ayrı düşerim’, dedi.

Gaybi odundan döndü. Abdal Musa Sultan, ‘Gidin Gaybi’ye söyleyin, bizden iyisine hizmet eylesin’, dedi. Derviş gidip Gaybi’ye söyledi. Gaybi üzüldü, dedi ki: ‘Ben bir padişah oğlu idim, geldim, şu dedeye kulluk eyledim. İşte bildim er hak evliyadır. Ben bundan yüz döndürsem, çoktan yüz çevirirdim. Elimden ne gelir? Bırakıp gitmek de olmaz! Nazarında yanalım bari’. Akşam olunca, kendini bacadan aşağı ocağın içine attı, ocağa düşerken, Abdal Musa Sultan: ‘Tutun Gaybi’yi!’, dedi. Abdallar tutup, yine kapıdan dışarı çıkarıp bıraktılar. Baba Gaybi, ‘Elimizden ne gelir, eşiğe yaslanalım’, dedi. Abdalların hepsi yatıp uyuyunca, Baba Gaybi eşiğe yaslanıp, yattı. Abdal Musa Sultan kalktı, dışarı çıktı, ayağını Gaybi’nin üzerine bastı. Gaybi aldırış etmedi. Abdal Musa Sultan, ‘Kimdir burada yatan?’, dedi. Gaybi: ‘Lebbeyk Sultanım kulun Gayb’dır’, dedi. Abdal Musa Sultan, ‘Aldın nasibini Kaygusuz’um aldın, aldın!’, dedi, eline yapışıp, içeri getirdi. Namaz vaktinde Abdal Musa Sultan dışarıya çıktı. Üç kez ünü vardığınca bağırdı: ‘Gelsin nasip isteyen’, dedi. Hemen Abdal Kefi koştu, ‘Aman Sultanım, himmet eyle!’. dedi. … Kara Âşık Baba geldi: ‘Yürü, sana Eğirdiri verdim’, dedi. Tahtalı Baba geldi: ‘Yürü, sana Tahtalı Dağı’nı verdim’, dedi.

Her kim geldi ise nasip verdi. Sözün kısası, o gün kırk abdala nasip verdi. Ondan sonra, Abdal Musa Sultan geldi, oturdu, eliyle ocağı karıştırdı. Abdal Kefi, ‘Sultanım, elin yanmaz mı?’, diye sordu. Abdal Musa Sultan: ‘Abdallarız, feta’larız, üryanlarız, büryanlarız!’, dedi. Abdal Kefi, ‘Acaba bu Sultan hangi soya bağlıdır?’, dedi. Abdallar, ‘Biz, bu Sultanın ötesini sormayız. Yalnız didarnın âşığıyız’, dediler….. Abdal Musa Sultan söyledi:

‘Kim ne bilür bizi biz ne sırdanız

Ne bir zerre oddan ne hod sudanuz

Bizim hususumuz marifet söyler

Biz Horasan mülkindeki boydanuz

Yedi derya bizim keşkülümüzde

Hacı’m umman oldı biz o göldeniz

Hızır İlyas bizüm yoldaşımızdur

Ne zerrece günden ne hod aydanuz

Yedi Tamu bize nevbahar oldı

Sekiz uçmak içindeki köydeniz

Musa Tur’da durup münacaat eyler

Bizim zahmımıza merhem bulunmaz

Biz kudret okuna gizli yaydanuz

Neslimizi sorarsan asıl Hoy’danuz

Ali oldum adım oldı bahane

Güvercin donunda geldim bu hane

Abdal Musa oldum geldim Cihane

Arifler anlar bizi nice sırdanız.’”

Görüldüğü gibi Abdal Musa’nın söylencesel yaşamı, bir “gönül” yaşamıdır: Halk bilgeliğinin diliyle “keramet” olgularına dayanarak Abdal Musa’ya bağlanan ve geleceğe taşınmak istenen “gönül yaşamı”, bir “vilâyetnama”ye yüklenir. Bu bağlamda “keramet” deyince peygamberlik savıyla bir ilgisi olmaksızın velilerde ve ermişlerde görüldüğüne inanılan olağanüstü durum ve bu durumda olan velilerin, ermişlerin gerçekleştirdiklerine inanılan olağanüstü eylem anlatılmak istenir. Keramet olgusuna ortodoks inançla yaklaşıldığında toplumsal yaşamda ya da nesnel ortamda gerçekleştiği kabul edilen bir “mucize”yle karşı karşıya kalırız: Böylesi bir olgu aklı dışlayacağından, akla aşkın bir alana atlarız. Anadolu Aleviliğinde ise Keramet’e yaklaşım, bunun tam tersi durumundadır: Gerçek yaşamın kendisinde ya da nesnel süreçte mucize yoktur; yani keramet burada yaşama geçmez. Alevilikte kerametin yeri söylence zeminidir. Daha doğrusu bâtıni anlamda keramet, akıl yürütme yoluyla akıl dışına taşınılarak, yani akıl/ mantık engellerinin bulunmadığı bir ortama gidilerek, özlemlerin ve dileklerin, misyon yüklenmiş kimlikler ve doğa parçaları aracılığıyla dışa vurumudur. Misyon yüklenmiş kimlik, temsil ettiği insanların temsil gücüyle (temsil ettiği güç kendi birey gücünün çok üzerinde olduğundan bu ancak kerametle dışa vurabilir ve bu dışa vuruma masalsı dil uygundur) söylence zeminine aktarılır. Bir doğa parçası söz konusuysa doğanın aklını temsil etmek durumundadır: Temsil gücü, kendi iç çevriminin çok üzerinde olacağından söylence zemininde bu dışa vurum da “doğa parçasının keramet göstermesi” biçiminde anlatılır. Demek ki sorun keramet olgusunun zeminini saptama sorunudur.

Söylencesel yaşamı yorumlandığında Abdal Musa, Sünnilikle “özdeşleşen” ve Sünnilik dışı inanca “yaşam hakkı tanımayan” Osmanlı Devleti’nin egemenlik alanını terkeder. Fuat Köprülü’nün anlatı-mına göre önce Aydın vilayetinin kuzeyine, daha sonra da Teke yöresine gelip yerleşir. Çünkü Aydın ve Teke yöresi Kızılbaş merkezleridir. Yine söylence bize Abdal Musa’nın bu yöreye yerleşmesinin oldukça sancılı olduğunu belirtiyor: Olasılıkla daha önce buralarda yaşayan Abdal Musa’nın belki “Bey” olur kaygısıyla yöreye girmesi sakıncalı görüldüğünü anımsatıyor. Abdal Musa’nın Teke Beyi ile savaşarak Genceli’yi alması, onu beylikten indirip yerine oğlunu geçirmesi, bölgedeki üstünlük savaşının bir anlatım biçimidir. Yine Bektaşi değerlerle Melameti-Kalenderi değerlerin “bireşimini” sağlayan ve Alevilik-Bektaşiliğin “sözcüsü” durumuna yükselen Abdal Musa’nın konumuna uygun toplumsal işlevini; Aydınoğlu Gazi Umur’a “börk” giydirmesi ve Kızıl Deli’yi yanına vermesi söy-lencesinden anlıyoruz.

 
TEBDER KURULUMUDUR
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol