İkrar
ALEVÎLİK’TE İKRÂR VE TARİHÎ KODLARI
İhsan ÜNLÜ
İkrâr, söz vermedir. Kişinin, Allah’ı ve kendisini şahit tutarak her türlü kötülükten uzak kalacağına, iyiliklere koşacağına ahd etmesidir. Bir anlamda, ‘elest bezmi’ndeki verdiği söze sadık kalmanın dünyadaki ifadesidir. Alevî kültürde söylenen; “Yer- gök ikrar üzerine durur” ifadesi bu kavramın önemine dikkat çekmek içindir. Bu nedenledir ki ikrâr, cem törenlerinin ayrılmaz bir rüknü ve kişiyi yol’a bağlayan en önemli bağdır. Türlü meşakkatlerle dolu olan ince-uzun bu yol’a delilsiz ve ikrârsız girilmez. Bu yol’a girmeden önce ham ervah olan canlar, yol’u hakkıyla yürüyüp tamamladığında kâmil bir ruha kavuşup Hakk’ın rızasına nail olabilecektir.
Cem törenlerinde Pîrin huzurunda verilen ikrâr’ın tarihî referansına baktığımızda Akabe biatlarının önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Kısaca bu verilere bir göz atacak olursak: Hz. Peygamber, ziyaret ve ticaret amacıyla Mekke’ye gelen kabilelere İslam’ı anlatıyordu. Peygamberliğinin on birinci yılının (620) hac mevsiminde de İslam’a davet faaliyetini sürdürdüğü sıralarda Akabe denilen mevkide Yesrib(Medine) halkından Hazrec kabilesine mensup altı kişiyle karşılaştı. Kendilerine İslam’ı anlattı ve Müslümanlığa davet etti. İslam’ı kabul eden bu altı kişi, ertesi yıl(621) zilhicce ayında on iki kişi olarak Hz. Peygambere söz verdikleri gibi Akabe’de buluştular. Burada; hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, iftira etmeyeceklerine, emirlerine uyacaklarına dair ikrâr verip biat ettiler. Birinci Akabe Biatı denilen bu olaydan sonra Hz. Peygamber, Yesrib halkına İslam’ı öğretmesi ve yayması için Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi. Bu zatın üstün ve fedakâr çalışmaları sonucunda pek çok kabile ve kişi Müslüman oldu.
Peygamberliğin on üçüncü yılında(622) hac mevsiminde, ikisi kadın yetmiş beş Medine’li, Hz. Peygamberle görüşmek üzere Mekke’ye geldiler. Hz. Peygamber, amcası Abbas’la birlikte Akabe’ye geldi. Görüşme gizli yapıldı. Hz. Peygamber, onlara Kur’an okudu, İslam’ı anlattı ve şu şartları kabul etmeleri halinde Medine’ye davetlerine icabet edebileceğini söyledi. Hicret ettiği takdirde kendisini canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi koruyacaklarına, ona itaat edeceklerine, her türlü şartlarda mali yardımı yapacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, hiç kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz aldı. Hz. Peygamberin isteği üzerine Medine’li Müslümanlar, onunla aralarında irtibatı sağlamak ve hizmetleri yerine getirmek için on iki temsilci (nakîb) seçtiler. Bu ikrar ve sözleşmeden sonra, Hz. Peygamber sahâbîlere Medine’ye hicret etmeleri için izin verdi..
Birinci Akabe bey’atında kadınlar çoğunlukta olduğu için, bu bey’ata ‘bey’atün-nisa’ da denilmiştir. Konuyla ilgili olarak Kur’an’ın Mümtehine Suresinde(ayet 12) şöyle bahsedilir: “Ey Peygamber! Mümin kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, elleri ile ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek( gayr-i meşru bir çocuk dünyaya getirip de onu, kocalarına nisbet etmemek), herhangi bir iyilik hususunda isyan etmemek üzere sana söz verdikleri zaman bey’atlarını kabul et. Onlar için Allah’tan mağfiret dile, çünkü Allah, çok esirgeyen ve bağışlayandır.”
Akabe bey’atlarının her çağın Müslümanlarına mesajı şudur: “kardeş olun, kardeşlik şuurunu kuvvetlendirin, dayanışmanızı artırın, birbirinizle kucaklaşın, kinleşmeyin, çekememezlik etmeyin, cepheleşmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin!”(H. Algül, İslam Tarihi I)
Yine Akabe bey’atları; önemli olanın kemiyet değil, keyfiyet olduğunu, az da olsa samimi insanların azimli ve planlı çabalarıyla çok büyük mesafeler alınabilineceğinin somut bir göstergesidir. Yine dikkatle incelendiğinde, bu anlaşmada; Allah’a imandan sonra ahlakî umdelerin geniş yer tuttuğunu görüyoruz. Bu da bize, şekilcilikten uzak, öze ve ruha önem vermenin önemli ipuçlarını veriyor. Öte yandan bu fedakârlıklar üzerine nazil olan Tevbe suresinin 111. ayetinde de ifade edildiği gibi; kıyamete kadar uzanacak zaman diliminde hakiki müminlerin bedenlerinin-hayırlı hizmetleri karşılığında- Cenab-ı Hak tarafından, bedeli Cennet olmak üzere satın alınma örneklerinin devam edeceğine işaret etmesi bakımından da Akabe bey’atları ayrı bir öneme sahiptir. Nitekim bununla ilgili olarak Hz. Hasan(r.a) demiştir ki: “Dinleyiniz! Vallahi, Allah Teala’nın her mümine mübâyea (alışveriş) eylediği öyle kârlı bir bey’attır ki, buna dahil olmayan hiçbir mümin yoktur.” Cafer-i Sadık hazretlerinden de: “Bedenlerinizin, Cennetten başka bedeli yoktur. Onları, ondan başkasına satmayınız.” diye naklolunmuştur. (H. Algül, a.g.e)
Akabe’de verilen el, İslam’ın kurulma aşamasında verilen ikrardır. Alevîlerde o gün verilen el, hiç kopmamıştır. “EL ELE, EL HAKK’A” diyerek aradaki hiyerarşik sistem kurulmuştur. (Rehbere, Pîre, Mürşide veriler ikrar) Bu biate katılan 12 kişi, halka hizmet için Hz. Peygamber tarafından görevlendirilmiştir. İşte 12 hizmetin tarihi kaynağı buradadır.(A.Rıza Uğurlu, Aşk-ı Muhabbet)
“ELE-DİLE-BELE (EDEB) SAHİP OL!” anlayışının kurucusu Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin ilham kaynağı da elbette Yüce Kur’an ve yaşanan bu hadiselerdir. Marifet kapısının ilk makamı olan ‘Edeb’ anlayışına göre; kişi eliyle koymadığı bir şeyi alıp hırsızlık yapamaz. Eliyle can yakıp kimseyi incitemez. Eksik tartıp eksik biçerek kul hakkı yiyemez. Diliyle başkasını incitecek nâhoş sözler sarfedemez. Yalan söyleyemez. İftira ve dedikodu yaparak kul hakkına giremez. Yalancı şahitlikte bulunamaz. Beline sahip çıkarak zina yapmaz. Harama ve günaha bulaşmamaya âzami özen gösterir.
Alevîlik/Bektaşilikte ikrar ve ahitleşmeye ilham kaynağı teşkil eden önemli hadiselerden biri de Hudeybiye (Şecere-i Rıdvan) biatı’dır. Bu biat 628 yılında Hudeybiye ‘de Rıdvan ağacı altında yapıldığından, ‘Rıdvan Bey’atı’ adıyla tarihe geçmiştir. Peygamberimiz(sav), her ihtimali göz önüne alarak ashabından, Kureyş’le ölünceye kadar mücadele etmek üzere ‘kendisiyle sebat edip, kopmayacaklarına dair’ bey’at aldı. Yaklaşık 1400 kişinin katılımıyla gerçekleşen bu bey’atı, Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder: “Andolsun ki müminler seninle o ağacın altında bey’at ettikleri zaman, Allah, onlardan hoşnut olmuştu ve kalplerindeki (samimiyeti) bilerek manevi kuvvetini indirmiş ve yakın bir fetih ile müjdelemişti.” (Fetih, 18-19) Bu biate ‘Razılık’ ve ‘Secer’ biatı da denilmiştir. Cemlere başlarken bu ayetler okunur ve cemaatten razılık alınır. Yine aynı surenin 10. ayetinde; “Ey Muhammed! Sana baş eğerek ellerini ikrar için uzatanlar, Allah’a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah’ın eli onların eli üstündedir. Verdiği bu ikrardan dönen, ancak kendi zararına dönmüş olur. Allah’a verdiği ikrarı yerine getirene Allah büyük ecir verir.” buyrularak, Allah’ın Resulüne verilen elin, Allah’a verilmiş sayılacağı ifade buyruluyor. Huzura gelen talip de (yol oğlu) Peygamber postunun manevi temsilcisi Mürşide, Allah için el verir. Orada Pîre ve makama yapılan saygı, aslında Allah’a saygı ve ta’zimin sembolik ifadesidir.
Fetih suresinin ilk ayetlerinde ise meâlen şöyle buyrulur: “Habibim, biz sana bir feth-i mübin açtık ki, Allah senin günahından geçmişini ve geleceğini affederek üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni doğru bir yola yöneltecek, eşsiz bir galibiyetle de Allah seni aziz ve galip kılacaktır.” Dış görünüş itibarıyla Müslümanların aleyhine hükümler taşıyor görünen Hudeybiye antlaşması, Cenab-ı Hakk’ın ifadesiyle apaçık bir fetih ve galibiyettir. Aslında herhangi bir savaş yapılmamış olmasına rağmen bunun anlamı, çok yakında mukadder olacak bir fetih ve Müslümanlığın hâkimiyetidir. Bera b. Âzib adındaki bir zâtın Buhari’de geçen bir nakli bize bu konuda ışık tutmaktadır. Bu zât çevresine toplanmış olan Müslüman gençlere diyor ki: “Ey gençler! Siz büyük fethi Mekke’nin fethi sayarsınız. Gerçekten Mekke’nin fethi Kur’an’ın tanıklık ettiği parlak bir fetih ve zafer idi. Halbuki biz, büyük fethi, Hudeybiye günüdeki Rıdvan Bey’atı sayarız ki, o gün, cihad için Hz. Peygambere verdiğimiz sözden Allah razı olmuştur. (Tecrid Terc., Sulh, 1598)
İmam Cafer Sadık Buyruğunda ifade edildiği gibi; cem meydanı, ‘ölmeden önce ölün’ kutsî sözünün tecelli ettiği, her türlü günah ve çirkinliğin geride bırakıldığı yerdir. Orada Mürşid talibe ‘öl ikrar verme, öl ikrarından dönme’ diyerek yol’un zorluğundan bahseder. Çünkü bu yol’da koşullar ve yaptırımlar ağırdır. Ahde vefa gerekir, verilen ahdin geri dönüşü yoktur. Cem günü, mahşer günü gibidir. Ulu dîvana alnı açık, yüzü ak olarak kul hakkıyla gitmemek için orada tüm canlar helalleşir ve birbirlerinden razılık alırlar. Pîr canlara şu uyarıyı da yapar: “Aldığın varsa ver. Verdiğin varsa al. Döktüğün varsa doldur. Ağlattığın varsa güldür. Yıktığın varsa kaldır.” O kişide kul hakkı yoksa, Hakk’ın emrinden, farzından, Muhammed’in farzından, sünnetinden, Ali’nin tarîkinden sorulur. (Buyruk, haz. Fuat Bozkurt) Keyfi için eşini boşayanlar, yalancı şahitlik edenler, hırsızlık yapanlar, haram kazanç sağlayanlar, vatan borcunu ödemeyenler, büyüklerine evlatlık görevi yapmayanlar, komşusuna zarar verenler, kısaca topluma zararlı kişiler ceme alınmazlar.
Şeytana uyanlar ortada kalır
Kişi bilgisiyle menzil mi alır
Böyle sözler ile ahiret m’olur
Küllü varlığınan teslim olmalı.
Hak’tan inayettir bize bu hikmet
Muhammed Mustafa’dan erişe himmet
Ceset burda kalır can olur zahmet
Canı kurtaracak bir er bulmalı.
Derviş Muhammed’im el aman Mürvet
Ceset burda kalır, can olur zahmet
Kulların kapında diler irahmet
İrahmet dileyen bir er bulmalı.